Kuş Uçar Kanat Ağlar Sen Buraya Bak – Edebiyat

“Tanrım, Nasıl” bir dünyanın içine düştüm. Bu dolu caddelere, ağır havalı odalara, sevgisiz insanlara, hafifmeşrep zamanlara, hadsiz hesapsız ölümlere dayanamıyorum, kendimi atacak bir yer bulamıyorum.
“Buradan Dağlara” bakarım ve efkarlanırım. Dilimin ucunda kirpiğinin ucu yanık bir türkü içimde yer arayıp durur kendine, bulamaz lakin. Ben garip, türkü garip, sözüm garip.
Bin bir çeşit “Boyalı Taş”ım var. Dünyanın yabancısı, insanın garibi olmasaydım bunu bilmezdim, herkesten uzak olmasaydım boyalı taşlarımı rüzgarlı boncuklara tutamaz, omuz başımdaki turnaya gülümseyemezdim. İyi ki boyalı taşların rüyasındayım.
Plutarkhos doğru söylemiş: Sözcüklerden duvar örülmezmiş. Benimki sadece bir teselli, kelimelerin boyunduruğuna geçirilmiş mazi. Benimki sadece yazı ve yalnızlık arasında geçirilmiş koca bir ömür, kelebeklerin kanat uçlarında uçtu uçacak çiçek tozu.
Metin Altınok haklı: İnsan her yerin yerleşik yabancısıdır. Önce yoksulluğum heybetini kaybetti, sonra insanlığım vakarını. Tozlanırdı bakışlarım, yaşlı bir fil göğsümün üzerine oturur, önümü göremem, rahat nefes alıp veremem. Kırılırdı kanatları gecelerimin, vurulurdu boynu hecelerimin, başını yerden kaldıramazdı kederim.
Herkesler gibi önce insana inandım, yanıldığımı anladığımda bütün kelimelerimi alıp içime döndüm, gömüldüm desem daha doğru olur. Dışarıdaki seslere kulak kesildiğimde sadece gözyaşı döken ağaçları, inleyen suları, iç çeken toprağı duyuyordum. İnsanları uzaktan sevmem gerektiğini öğreniyorum. Kendime yakınlaştıkça insana dokunuyordum, kendimi sevdikçe insana değer veriyordum. Nihayetinde her insan kendi şarkısında yalnızdı, kendi sözleriyle kendine ağıt yakıyordu, kendi tenhasında ölüyordu.
Shakespeare olduğu gibi söylemiş: Sizi gidi “İyi Gün Sinekleri!” İçinizdeki insanı kirli ellerinizle öldürdünüz, bunun cezasından kurtulacağınızı mı sanıyordunuz. Hayır, nereye giderseniz gidin öldürdüğünüz kendiniz sizinle gelecektir, ölümün o ağır kokusu burnunuzdan gitmeyecektir. Öldürdüğün her insan bir Elem Çiçeği olup kalbinize düşecektir. Kalbiniz mezarlığınız olacaktı. Dönüp dolaşıp kalp mezarlığınıza gelecektiniz.
“Şu Yüzüğü Hatice’ye Verin.” Yüzüğüme bütün acılarımı ve hasretliklerimi nakşettim. Yüzüğümde derisi soyulmuş sarmaşık gülleri, akasya yaprakları, gülhatmiler ve sonunu bir türlü getiremediğim türküler. Yüzüğümde öbür tarafımda susturduğum sözlerim, seccademe dökülen düşlerim. Yüzüğümde unutulmuş birkaç eski zaman fotoğrafının gölgesi, feri sönmüş göz merceği. Yüzüğümde söylemeyi unuttuğum en kutsal duam.
Boynumda başka hayatların ölüm yaftası. Bilemezsin “Büyük Payda”da nasıl çürüdüğümü, içinden çıkılmaz bir hal alan hayat oyununda bütün rollerden nasıl sıkıldığımı, bütün maskelerden nasıl tiksindiğimi, sonu gelmeyen görev ve sorumlulukların altında ruhumun nasıl ezildiğini. Bir yerden sonra zalim ve mazlum arasında bir fark kalmıyor, insan heybesinde renkler anlamını kaybediyor, sesler susuyor, sözler sönüyor.
Gül yaprağı hafifliğiyle yaşadım ve ölüyorum. Gül yaprağı hafifliğiyle varlık kapısından içeri girdim, tutundum gecenin parmaklarına ve “Varoluş İtirafı”nı yazmaya başladım: Söylemedim hayatımın sırrını hiç kimseye. Bir gül yaprağı hafifliğiyle gelmiştim, gül tozu olarak asıl sözümü söylüyordum sonsuzluğa.
Çıkmaz hiç kulağımdan Neruda’nın çığlığı: “Yaralayan Ölene Dek Yaralanmıştır.” Avuçlarımda tehcir günlerinden kalma bir avuç kan, bir avuç gözyaşı Rupen Sevag’tan: Çıldırmış kelimelerle türküler yakılırmış, delirmiş sözlerle yeni yolculuklar yapılırmış. Dostum Yannis Ritsos beni söylüyor yine: Kabul etmez beni hiçbir ölüm mangası, sığmam hiçbir hayat hikayesine, tutmaz beni hiçbir mekan mekanizması.
Kuyuda rüyasına ağlayan çocuğu gördüm ve sustum. O bendim ya da bana benzeyen bir çocuktu. Babam sırtını gamlı dağlara yaslamıştı, annemse eski bir fotoğraftaki boşluğa düşmüştü. Kuyudaki çocuk hep aynı sözü söylüyordu: Bir kuş gelmiş bir çalıda eğlenmiş. Kuş yaralıydı ve çalıdan kurtulmak istedikçe dikenler kalbime batıyordu. Kuş sadece kurtulmak istiyordu. Çocuk kuyuda rüyasına ağlamaya devam ediyordu, ben susuyordum ve ölüyordum. “Ocağı Yakın” sözleri dökülüyordu dilimden gayri ihtiyari.
Gidişin çocukluğu olmayan gökyüzüne benziyordu. Boşunaydı “Çırpınma”larım. Gidişin akrep ile yelkovanı iki kaşımın ortasına çivilemişti. Teslim olacaktım yüzümdeki kırışıklıklara, içimdeki kırgınlıklara, gönlümdeki kırıklara. Gittin ağladı hücrelerimde tutsak tuttuğum incir kuşları. Gittin ve yalnızlığın her çeşidiyle tanıştım, terk dilmiş her kelimeyi buldum, ezberledim. Gittin, yalnız ağlamayı öğrendim, ömrümün geri kalanını suya yazdım.
Şimdiki zaman ziyadesiyle kaygan, özlenen zaman ise imkansız. Beni bu “Can Sıkıntısı”ndan kurtaracak bilgiden de yoksunum. Okudukça can sıkıntım büyüyor, ben küçülüyorum. Okudukça can sıkıntım derinleşiyor, ben yüzeyselleşiyorum. Şimdi zamanın parmak uçlarında eriyen bir kar tanesinden farkı yok özlediğim hayatımın.
Yağmur saatleri ve “Keder Saatleri” arasında kıyametin kopmasını bekliyorum. Yağmur topraktan geldiğimi ve tekrar toprağa döneceğimi hatırlatıyor. Kederim ise “dünyanın insanlardan yapılmış bir yalnızlık” olduğunu söylüyor. Görüyordum akşamüzerleri evlerden çıkan “bulantı cenazeleri”ni kederini kuşanmış, korkusuna teslim olmuş.
Doğru söylüyordu Edip Cansever: “İnsan -sadece- yaşarken özgürdür. En çok sen söylemiştin bana Ömür Hanım: “Kuş Uçar Kanat Ağlar.” Bu bizim şarkımızdı, herkesten gizlediğimiz kendimizde susturduğumuz. Canımın ilmekleri arasındaki ishak kuşunu sadece sen biliyorsun, bu bizim sırrımız Ömür Hanım. Seninle kendime geldim, kendimle barıştım, içimdeki bütün kapı ve pencereleri sonuna kadar uçtum. “Hatıran insan olmanın sonsuz harfleri.”
“Bir sonsuz hüzne” tutulmuşum. Zaman hükmünü burada okur, ben kendi kabuğumda cezamı çekerim. “Zaman hüzündür” der şarkılar, insansa hüsran. Bilmiyorum, “Daha Ne olsun!”
Her şey olacağına varırmış, dışımdaki insan bir hayli yorulmuş, zaman bir başka dünyanın türküsünü tutturmuş. “Yaza yaza yaralarımdan bir baba yarattım” kendime ve sustum kendimi, susturdum. Artık “içine kapanmış dilsiz bir yaraydım.” Babamın cebindeki kırlangıçların seslerini duymadığım gün her şey hitama ermişti, ben birden çocuk olmaktan çıkıp kocaman bir adam olmuştum, dilsiz yaralarıma sığınmaktan başka bir çaremin olmadığını görmüştüm. Karacaoğlan değildim ki diyeyim: “Benim İşim Mihnet ile Zor Değil.” Zordur dilsiz bir yaranın çocuğu olmak, zordur dilsiz bir yaranın sana anne-babalık yapması, zordur dilsiz bir yarayla büyümek, sadece ondan medet ummak.
“Aynalar Pazarı”nda herkes kendini satıyor, kendine kan kusturuyor, kendine ağlıyor, kendini özlüyor, kendine yazıklanıyor. Aynalar Pazarı’nda herkes kendi cenaze namazına duruyor bilmediği bir dille, ezberleyemediği ve manasını bilmediği dualarla. Aynalar Pazarı’nda herkes bütün sermayesini bırakıp, tarifsiz pişmanlığını alıp gidiyor.
“İçimdeki yara bir daha hayat veriyor.” Şaşırıyorum, bu demektir ki daha ölmeyeceğim. Belli ki içimdeki “Sonsuz ve Büyük” özlem beni bir zaman daha taşıyacak. Belki Belgin her şey istediğim gibi olmayacak, olsun. Anlıyorum ki insan dünyadan büyükmüş sığmasa da insan dünyaya.
Büyüdükçe daha çok çocuk doğurmaya başlıyorum çocukluğuma benzeyen, büyüklere uzak ve yasak. Büyüdükçe içimde saklı tuttuğum çocukluğuma daha çok sığınmaya başlıyorum. Büyüklerin haşin bakışlarından, hayrat ellerinden ve kocaman ayaklarından uzak “Büyürdü Sessizliğim.”
Pimi çekilmiş bombalar biriktirirdim. Pimi çekilmiş bombalar, yerini yurdunu ve yüzünü bulamayan içimdeki çocuklarım. Her şiirime adınla başlıyorum “Diz Çökmüş Pencereler İçinden.”
Senin olmadığın zamanları düşünemiyorum, yok sayıyorum. Senin olmadığın bir geleceği hayal edemiyorum, kabul edemiyorum. Seninle ölülerimle barıştım. Bana ölülerimi sevmeyi öğrettin, ölülerimle aramdaki uçurumları kaldırdın. Ben “ölümün mahkumuydum”, sen geldin ölümün sırdaşı oldum. Artık “seni sevmenin kapanmaz yarasıydım” ve öldükten sonra geride bırakacağım tek kederim olacaktın.
Peşimi bırakmaz “Tarçın Adındaki Yalnızlık.” Nereye gitsem, benden önce gideceğim yere varır, benden sonra orayı terk eder. Sadıktır Tarçın. Sadıktır yalnızlığıma. Benden daha çok bekler yalnızlığımı, benden daha çok sever kimsesizliğimi, benden daha iyi bakar anılarıma.
Şu sorularıma cevap verir misin Şehrazat:
Neden cevapsız soruları en çok seviyorum?
Neden hayat beni karşılıksız aşkların bekçisi yaptı?
Neden kendimden fazla yaşamak arzusuna kapılıyorum hep?
Neden hep başka yerlerde olanın peşine düşüyorum?
Neden sürekli küçük kalbim büyük düşler görmekte?
Neden hesabını veremeyeceğim uçurumlara yürüyorum?
Neden susmayı anadilimden daha çok seviyorum?
Söyle bana Şehrazat: Susma mı daha çok kırmızı kanar yoksa yasaklı dilimin kapanmayan yaraları mı?
Kuş Uçar Kanat Ağlar
Şükrü Erbaş
Kırmızı Kedi Yayınevi
Sayfa; 96
İstanbul, 2024
Yazar: Faik ÖCAL –
Yayın Tarihi: 25.08.2025 09:00 –
Güncelleme Tarihi: 03.06.2025 10:20
Kaynak: Kitap Haber