Urfa ve Nostalji – Kara Tahta

Bir söz vardır ve çok meşhurdur. Denir ki; “Urfa’ya gelen Urfalılaşır…” Onun ya havasından, ya da suyundandır bu tarifi imkânsız Urfalılaşmak…
Urfa, yüzyıllardır mıknatısvari bir çekiciliğe sahiptir. Kuvvetli bir kimyası vardır, onun… Dinden, imandan san’at, kültür ve edebiyat’tan velhasıl en iyi değerlerden nasibi olan herkesi kendi benliğinde eritir durur. O kişiyi alıp öğütür, un ufak eder. Bağrı yaralıdır, ama gönlü ve gözü toktur. Allah (c.c,) sofrasına İbrahim (a.s) bereketi kondurmuştur. Bu sofrada hiç bir şey yoksa bile, gönül dolusu sevgi, kucak dolusu muhabbet vardır. Kuş sütü nedir olmasa bile… Kısmeti olan gelir, çöker oturur, oturan rızıklanır ve Rabbine hamdeder. Bu sofra, Halil İbrahim sofrasıdır.
“Buyurun dostlar buyurun Halil İbrahim sofrasına…” der Barış Manço.
O sofra, kerpiç bir damın önüne serilidir, ya da bir eyvanı boydan boya kuşatır. O bereketli Sofra’ya kucak açmıştır Urfa.
Zira o bir peygamberler şehridir. İbrahim, Eyyub, Şuayb vs. Onlar, Urfa dağlarında yalın ayaklarıyla gezip uçsuz bucaksız ovaları (Harran, Suruç, Hilvan vs.) arşınlamışlardır.
O sırtını Tektek dağları’na dayayan, bağrını Fırat’ın serinliğine açan başını Karacadağ’a uzatan ulu bir çınar gibidir. Eteklerinden ise, katar katar trenler geçer. Sınırlar ise up uzun uzanır. Kurumaya yüz tutmuş topraklarıyla, mayın tarlalarıyla ve bir ayağı bir kolu kopuk, umutları kırık sınır insanlarıyla…
Onu tanımayanlar bilmez, gelenler bilmez, görenlerse aşık olur vurulur. O, labirentimsi taş duvarlı binalarıyla tipik bir Ortadoğu şehridir. O, Şam kadar Arap, Erbil kadar Kürt, Kerkük kadarda Türktür. O, müslüman kültürlerin çakışıp, çatışmadan kaynaştığı bir beldedir. Bazen onu Akdeniz’e uzanan bir Kuzey Afrika şehirlerine benzetirim. “Hele ne kadar da Tunus’a benziyor.” diye geçiririm içimden. İstisnasız bir Şam; bir Halep, bir Medine ve Kudüs gibidir. Kudüs, esaret altında olsa da…
Urfa’da esaret altındadır. Modern, metal ve kupkuru bir hayat birçok şeyi silip süpürdü. Sıcak yaz gecelerinin sırça sarayı misali “tahtları” bile demirden yapılır oldu kaynakçı atölyelerinde.
Daha, neler yok oldu neler!
Eşsiz bir mimariye sahiptir. Urfa…. Camiilerin, hanların, hamamların duvarlarında hiçbir sulta’nın tek düzeliği yoktur. Taşları Ortadoğu’dan toplanmış gibi. Harcı ise, muhteşem bir mozaiktir. Onlar, salt olarak ne Eyyubi, ne Selçuklu, ne Abbasi ve ne de Osmanlıdır. Emevide değildir. Cumhuriyet ise hiç değildir. “Onlar gölge etmesinler yeter de artar bile Urfa için. “Orada taş deyip geçilmez. Zira taş, elde işlenen bir maden gibi kıymetlidir. Bir medeniyetin belki de başlangıç noktasıdır.
Urfa’nın camileri mavi çinili değil, gereksiz yere de süslenmemiştir, ama temiz ve sadedir.
“Rizvaniye, Ulu Cami, Mevlüd-i Halil Cami vs…” minarelerinden sürekli, Davudi sesli müezzinler, “Ses sese koşarak “kurşuni gök kubbeyi” çınlatırlar.
İnsanı da karayağız, mert, çileli, kuruyan topraklar misali paramparça yüreklere sahiptir. Elleri nasır bağlamıştır, senelerce suya umut bağlamaktan!.. Doğuştan zulmün icra edildiği hayata isyankâr, içten ve derinden yumruklarını sıkıp, kaleler devirmeye adaydır. İbrahimî bir anlayışa sahiptir. Misafirperver, gönlü gözü tok ve cana yakındır.
Urfalının dostane tavırları tabii ki dostlara yöneliktir. Zalime ve düşmanına karşı daha değişiktir. Hayatı acılarla yoğrulmuş, perde perde türkülerle, uzun havalarla bezenmiş, anlamlı bir hoyrata dönüşmüştür. Kalede kartal, şahin gözetler, düz ovada ise Arap atlarına ve ceylanlara takılır gözleri. Gerçi onlarda kalmadı, metalimsi bir hayat Urfa’yı da vurdu. Urfalının damarına basılmaya görsün, hırçınlaşan atlar misali, ayağının altındaki toprağı döver, uçsuz bucaksız ovaları ise bir uçtan, bir uca dönüp dolaşır.
Hoyrat; Urfalı için sıradan bir aşk türküsünden daha anlamlı ve daha değerlidir. Hoyrat onun bir nevi hayat felsefesi ve belli bir oranda da hayata bakış açısını yansıtır. O, hoyratta kalleşliğe ve zulme karşı duyarlı ve dikkatlidir.
“Ah demeden çürüdüm ah demeden / Ciğerim sarat olmuş / Kan kusup ah demeden…”
“Kaçak gel kaçak gel / Kaçak dolan kaçak gel / Zulüm aldı yürüdü / Bu ellerden kaçak gel..”
Urfa derken, acılar, elemler, sıkıntılar. Kara yağız dertli ve çileli insanı derken perde perde hoyrat, türkü ve uzun hava derken nostaljik davranmamak, o diyarı, tüm hatası ve sevabıyla özlememek mümkün değildir.
Zira biz oraya gidenlerden değiliz. Orada doğduk. Kerpіç ve taş karışımı veya dar sokaklı kale duvarlı evlerde doğduk, büyüdük. Hoyrat söyledik, delilo ve kımıl oynadık. Çömçe gelinlerle kara kışın yağmurunda sokaklarda dolaşıp, evlerden bulgur ve buğday dilendik. Herefene yapmak için, içine tuz katıp leblebi gibi yemek için zahire (kiler) damlarından, kuru isot (biber) yürüttük.(*)Analarımızın ruhu bile duymadı. İsot’tu bize güç veren. Şimdiki çocukların yedikleri puddinkler kremalı bisküviler, çokokremler yeseydik dişlerimiz çürürdü. Ama isot yedik seslerimiz gürleşti ve güzelleşti. O zaman atari salonlarımız yoktu, değil bilgisayar, daktilomuz bile yoktu. Kendimize uygun oyunlar icat ettik ve oynayıp büyüdük.
Şimdi ise, acı ve sevinç karışımı bir nostalji duyuyoruz. Duymayanlar bile var.
AYLIK Harran KÜLTÜR SANAT VE FOLKLOR DERGİSİ EKİM 1995 SAYI: 51 sayfa 28
*)Biber ve tuzdan ibaret çerezvari bu karşıma yerel dilde (Türkçe ve Kürtçede) xebırmelik denir.
Yazar: Sait ALİOĞLU –
Yayın Tarihi: 29.08.2025 09:00 –
Güncelleme Tarihi: 01.09.2025 14:39
Kaynak: Kitap Haber